2012 yılının Ekim ayında İskandinavya’daydım. 750 kilometre civarında uzunluğu olan bir tur planı ile Norveç’in başkenti Oslo’dan, Danimarka’ya gitmiştim. Arkadaşım ve ben, Danimarka’nın Kopenhag kentinde turu bitirmenin ne kadar isabetli bir karar olduğunu, o kentte iki gece geçirdikten sonra anlamıştık. Turumuzun rotası, pek çok küçük kasaba ve kentin olduğu yerlerden geçmişti.
Hemen hemen hepsinde bisiklet yolu vardı. Kimisi öyle uzundu ki, başka kasaba veya şehirlerin yönlerini gösteren tabelalar bile konmuştu yollara. Yani, bisiklet yolu o kadar uzun mesafeler boyunca kesintisiz olarak devam ediyordu. Bunlara hayran hayran bakarken, Norveç ve İsveç sınırları bitmiş, Danimarka’ya varmıştık.
Kopenhag’da kalacağımız yeri, Warmshowers aracılığı ile ayarlamıştık. Tren istasyonundan bizi almaya gelecek olan arkadaşı beklemeye koyulduk. İki kahve ve bir kekten sonra uzun boylu sarışın arkadaşımız bizi aramaya gerek görmeden eliyle koymuş gibi buldu. Öyle ya, yüklü bisikletlerimiz ve soğuktan donmuş suretlerimiz hemen fark ediliyordu. Bir süre bisikleti elimizde götürür sonra da bineriz diye düşünürken, üç beş metre sonra kendimizi bisiklet yolunda bulduk. Etrafımız boştu. Yandan sıkıştıran yoktu. Korna çalan da öyle. Garip geldi. Soğuğa karşın algılarımız birden ısınıverdi ve pür dikkat ilerlemeye başladık. Çocuk, evinin sekiz kilometre ötede olduğunu söyledi. Takıldık peşine. Ana caddelerde gidiyoruz, ara sokaklarda gidiyoruz, köprüler geçiyoruz, yaya geçitlerine paralel gidiyoruz, zaman zaman kaldırımlara bağlanıyoruz ama bir türlü bitmiyor. Bisiklet yolu asla ve asla kesilmiyor. ‘Gâvurlar yapmış görüyor musun azizim’ diye birbirimizi dürterken sonunda kalacağımız yere geliyoruz.
Ertesi gün şehri gezmek için evden çıkıyoruz. O da ne! Evin önünden bisiklet yolu geçiyor yahu! Dün akşam saatlerinde karanlıktı diye dikkat edemediğimiz bir sürü detay takılmaya başlıyor gözümüze. İlerliyoruz. Geçtiğimiz her yerde bisiklet yolu var. Ana caddelerle kesiştiği noktalarda bisikletler için trafik ışıkları var. Bu caddelere paralel olarak ilerliyoruz zaman zaman. Bisiklet yolu daralmıyor, aynen devam ediyor. Bir cadde düşünün ki, hem şeritleri geniş, hem bisiklet yolu geniş, hem de yayalar için oluşturulan kaldırımı geniş… Şehir planlaması nasıl yapılırmış görüyoruz. Bazen sadece toplu taşıma araçlarının kullandığı yollar ile birleşen bisiklet yolu, çoğunlukla tüm trafikten ayrı bir biçimde akmaya devam ediyor. Şehir merkezine geliyoruz. Buralarda bisiklet yolu yoktur sanıyoruz. Yanılıyoruz. İstanbul’da, Taksim’deki anıtın dibine kadar bisikletle gelebildiğinizi düşünün. Bisikletle sadece İstiklal Caddesi’ne giremediğinizi düşünün. Öyle bir şeydi işte oradaki durum. Kalabalık caddelere karışmak istiyor ama bisikletinizi etrafta yüzlerce bisikletin bağlı bulunduğu bisiklet parklarından birine koymak istemiyorsanız, bisikletinizden inip onu yanınızda ilerletebiliyorsunuz. Kimse size ‘bu kalabalığa bisiklet mi sokulur’ diye bir çıkışta bulunmuyor veya ayıplayan gözlerle bakmıyor.
Bisiklet, Kopenhag’da bir ulaşım aracı olmaktan çıkmış; bir kültür ve yaşam biçimi haline gelmiş. Büyük küçük fark etmeksizin hemen hemen tüm mağazaların önünde park halinde bisikletler var. İrili ufaklı bisiklet parkları var. En yakın bisiklet parkı çoğunlukla kafanızı kaldırıp görebileceğiniz kadar yakında oluyor. Esnafı da, müşterisi de bisiklet kullanıyor. Bisiklet yollarında ilerlerken, bisikletli sayısının ciddi anlamda fazlalığından ötürü trafik oluşabiliyor. Bisiklet yolları o kadar geniş ki, bizim gibi ağır giden bisikletlere zil çalıyor ve yavaş sürenlerin sağa yanaşık gitmesi gerektiğini hatırlatıyorlar. Önce biraz içerledik bu durumu. Ancak, üzerimizde yarattığı etki, trafikte sebepsiz yere korna çalanların veya sol şeritte saatte 150 kilometre hızla seyrederken arkamızdan selektör yapanların yarattığı etki ile aynı olmadı elbette. Bisiklet kültürü, bisiklet kullanımına dair birtakım yazısız kuralları da beraberinde getirmiş ve şehirde tam bir düzen oluşmasına sebep olmuş. Buna hayran olmamak elde değil. Diğer yandan, bisikletin bir pazarlama gereci olarak kullanıldığı yerlerde bulunmak da eşsiz bir tecrübeydi. Sokağın başına, restoranın sokakta bir yerlerde olduğuna işaret eden bir levha koymak yerine, rengârenk bir bisiklet koyup üzerine yazıp çizdikleriyle bunu göstermişlerdi. Mağaza vitrinlerinde de bisiklet temalarına çok kez denk geldik. İşte bunlar hep belli bir birikimin sonucu olarak karşımızda duruyor.
Bisiklet kullanıcılarının sayısı çok fazlaydı. Ekim ayında havanın derecesi tek haneli sayılarda ve hatta bazen sıfırın altındayken bile bu kadar insan bisikletle dışarıdaysa, yaz aylarında durum ne oluyordur diye çok merak ettim. Kıyafetler hep günlük şeylerdi. Kotla, kazakla, spor ayakkabıyla, topukluyla, paltoyla, ceketle, etekle, çapraz çantayla, sırt çantasıyla artık aklınıza ne gelirse onunla bisiklet sürüyordu herkes. Çocuklarıyla beraber bisiklete binen aileler görünce oldukça mutlu oldum. O an orada bir aile kurup, çoluk çocuğa karışmak istedim. Bisiklete binemeyecek kadar küçük olan çocukları, ebeveynleri bildiğimiz bisikletlerden biraz daha farklı formdaki bisikletlerle taşıyorlardı. Bisiklete saygı duyan nesiller, işte böyle yetişiyor. Şehirde bisiklet sürerken kask takmayanların sayısı, takanlardan fersah fersah fazlaydı. Türkiye’de kask meselesini oldukça yanlış anladığımız için, herkes her sürüşünde mutlaka kask takmalı sanıyoruz. Elbette bunun bizim güvenli bisiklet yollarımız olmaması ve trafikteki mecburen beraber sürdüğümüz araçların müthiş saygısızlığı ile alakası var. Ancak, sahilde denize baka baka etraf tenhayken kendi halinde giden bir bisikletli görüp ona neden kask takmadığının hesabını soracak kadar ileri gidilmesini yanlış bulduğumu söylemeliyim. Bisikleti, üzerine sadece gerekli tüm o donanımları taktıktan sonra binebileceğimiz bir şey gibi gösterirsek, bisikletin insanlara sempatik gelme süreci normalden çok daha fazla zaman alacaktır. Bisiklet, insanlara canları her istediğinde binebilecekleri bir şey gibi gösterilirse, kültürün yaygınlaşması da hızlanacaktır. Zaten evden bisikletle çıkmamak için kendine onlarca bahane bulan insanlarla yaşadığımızı düşünürsek, onlara bir de ‘onu al şunu al bu olmadan hayatta olmaz’ diye baskı yaptığımızda kendilerine kaçacak delik aramaları oldukça doğal. Atladığımız en önemli nokta, herkesin bizim kadar bisiklete sevgiyle bağlı olmak zorunda olmadığıdır. Biz tutkuluyuz. İstanbul’da bisiklete binen ve canını tehlikeye atan kimseleriz. Herkes bu kadar tutkulu olmak zorunda değil. Dolayısıyla, ortalama hislerle sadece biraz keyfini almak için bisiklet almayı şöyle bir düşünen kimselere karşı daha yapıcı tutumlar sergilemeliyiz. Önce bir bisikleti alıp sevsinler de, gerisi kolay…